Victor Marie Hugo, 26 Şubat 1802’de Besançon’da (Fransa) doğdu. Fransız İhtilali’nin üzerinden on üç yıl, Napoléon Bonaparte’ın 1799 darbesiyle idareye el koymasının üzerinden üç yıl geçmişti.
Hugo yedi yaşındayken annesi ve iki kardeşiyle birlikte Paris’e taşındılar, birkaç ay sonra babası generalliğe terfi etti. 1811-12’de babasının görevi sebebiyle İspanya’da bulundular, sonra tekrar Paris’e döndüler.
Kalemiyle dikkat çeken Hugo’yu henüz 17 yaşındayken Çiçek Oyunları Akademisi (Toulouse) ödüllendirdi. Aynı yıl Edebiyat Muhafazakârı dergisini neşretmeye başladı. Berry Dükü’nün Ölümü Üzerine Kaside şiirinden dolayı 1820’de Kral 18. Louis tarafından ödüllendirildi.
Haziran 1821’de annesini kaybetti ve ateşli bir hastalık geçirdi. Hastalık günlerinde ilk gençlik romanı İzlanda Hanı’nı kaleme aldı. Romanın İkinci Baskısı’na yazdığı Önsöz’de Yusuf Sûresi’ndeki “Bir zaman Yusuf babasına, ‘Babacığım!’ dedi. ‘Ben rüyamda on bir yıldızın, Güneş ve Ay’ın bana secde ettiklerini gördüm.” mealindeki âyete (Yusuf, 12-4) yer verdi ve Kur’an-ı Kerîm’i kaynak gösterdi. Konusu 1699 yılı Norveç’inde geçen İzlanda Hanı’nı edebiyatçılar beğendi. Hugo romanda Kraliyet idaresinin dayattığı ağır şartlar altında ezilen Norveçli madencilerin fakirliğini ve ölüm acısını işler.
Evleninceye kadar kız arkadaşı olmayan Hugo, 1822’de kendisinden bir yaş küçük Adèle Foucher ile evlendi. Düğün masraflarını 18. Louis karşıladı. İlk oğulları Léopold birkaç ay yaşayabildi. 1824’te kızları Léopoldine, Légion d’honneur unvanıyla şövalye ilân edildiği 1825’te oğulları Charles Hugo doğdu.
1828’de babası vefat etti, ikinci oğlu François-Victor Hugo doğdu.
1829’da Bir Mahkûm’un Son Günü neşredildi. Marion Delorme Temmuz’da Théâtre-Français’de kabul edildi; fakat Ağustos’ta yasaklandı. Temmuz’da ikinci kızları Adèle doğdu. Hugo, Notre Dame de Paris’i yazmaya başladı. Eser Ocak 1831’de tamamlandı.
1832’de, Fransız toplumunu hicvettiği Kral Eğleniyor’u, ve Lucrèce Borgia’yı yazdı. Kasım’da Kral Eğleniyor’un prömiyeri yapıldı; piyes ertesi gün askıya alındı ve Aralık’ta yasaklandı.
Mart 1834’te Edebiyat ve Felsefe Kavgaları’nı neşretti.
Hugo’nun, on beş yıl önce aklî dengesini kaybetmiş, kendisinden iki yaş büyük ağabeyi, yazar Eugène Hugo 1837’de öldü.
Académie Française, birkaç defa reddettikten sonra, Hugo’yu 1841’de nihayet üyeliğe seçti.
Hugo’nun 19 yaşındaki kızı Léopoldine evlendikten yedi ay sonra 1843’te öldü.
1845’te Fransa Kralı Louis-Philippe, Victor Hugo’yu Fransa Asili (Tâc’ın doğrudan bağlısı) olarak atayan kararı imzaladı. Geçici hükümet bu Asalet unvanını 1848’de iptal etti.
1849’da muhafazakâr kanattan milletvekili seçildi, ülkedeki sefalete dair Meclis konuşması büyük yankı uyandırdı. Roma’da olup bitenleri tenkit etti (Roma o dönemde Fransa’nın idaresindeydi). Yoksulluk ve işçilerin zor çalışma şartları gibi konularda partisinin gerçek yaklaşımını fark edince ayrıldı.
Hugo, 1850’de sağdaki Nizam Partisi’ni ikaz ediyordu: “Kilise’yi işlerinize karıştırmayın! Kiliseyi hizmetçiniz yapmak için ona anne diye hitap etmeyin! Kilise’yi kendinizle özdeşleştirmeyin!” Bu tavrı onu hedef hâline getirdi. Cumhurbaşkanı Louis Bonaparte’ın1 ülkeyi dizayn etme plânlarını yerden yere vurdu. İki oğlu arka arkaya tutuklandı.
2 Aralık 1851’de Louis Bonaparte’ın darbesini Katolik basın alkışlayınca Hugo açısından her şey bitmişti. Sokaklardaki katliamları gören, kucağında küçük bir çocuğun hayatını kaybetmesine şahit olan Hugo kiliseyi açıkça tenkit etti.
2-4 Aralık arasında darbeye karşı bir direniş organize etti; fakat başarılı olamadı. 11 Aralık’ta Brüksel treniyle ülkeden çıktı.
1852’de Küçük Napolyon’u yazdı, ardından Manş Denizi’nde Birleşik Krallık’a ait Jersey adasına geldi. Artık sürgündeydi.
1855’te Louis Bonaparte’a Mektup’u neşretti. Jersey adasının idarecileri gelen yazı üzerine orayı terk etmesini istediler, yine bir Birleşik Krallık adası olan Guernsey’e geçti.
1856-1870 arasında sürgün kaldığı, bu adadaki evinde (Hauteville-House) harcamaların üçte birini bağışlara ayırıyordu. Sayıları kırkı bulan fakir çocuklar için zaman zaman akşam yemekleri organize ediyordu.
Louis Bonaparte’ın devrilmesinin ardından Eylül 1870’te Paris’e dönüşünde halk tarafından büyük sevgiyle karşılandı.
1871’de Paris milletvekili seçildi; fakat Mart’ta istifa etti. Büyük oğlu Charles âniden öldü. Çok sarsılan Hugo Brüksel’e gitti; fakat Mayıs’ta sınır dışı edildi. 1873’te, bir yıldır hastalıkla mücadele eden küçük oğlu François-Victor’u kaybetti. Üzüntüsü büyüktü; fakat ayakta kalmaya çalışıyordu.
1876’da Paris’ten senatör seçildi. 1878’de Papa’yı yayımladı. Aynı yıl beyin damarlarında iki defa tıkanma oldu. Haziran’dan itibaren yazmayı fiilen bıraktı.
1881’de, el yazmalarını ölümünden sonra Bibliothèque National’e bıraktığını açıkladı.
Nisan 1883’te, hayatı boyunca olduğu gibi, ölürken ve sonrasında da rahipleri yatağından ve ölen yakınlarından uzak tutmayı hedefleyen yazılı bir vasiyette bulundu: “Bütün kiliselerin duasını reddediyorum… Bütün ruhlardan dua talep ediyorum. Allah’a inanıyorum.”
Mayıs 1885’te akciğerinden rahatsızlandı. Bir hafta sonra son nefesini verdi. Resmî törenle, vasiyetine uygun şekilde defnedildi.
Hugo acılarının çoğunu saklamıştı. Sadece yas günlerinde, büyük kızı, eşi, iki oğlu ve torunu öldüğünde şahsî defterine bir şeyler yazmış, bunlar da ölümünden sonra ortaya çıkmıştı. Hugo daha 28 yaşındayken, “Rabbim, evimi çocuksuz görmekten beni koru!” diyordu. Büyük oğlunu beklemediği bir ânda kaybettiği 1871’de,
Bugün, bütün sevdiklerimden,
Sadece bir oğlan ve kız kaldı.
İşte gittiğim bu karanlıkta neredeyse yapayalnızım.
Tanrım ailemi aldı.” diyecekti.
Bunlar isyan ifadesi değildi. Henri Guillemin, Hugo’nun acı çektiği dönemlerde bile Allah’a karşı gelmediğini yazar. “Acı bizi teskin eder, yatıştırır ve güven verir.” diyordu Hugo, “Başka yerdense, burada dünya cinsinden ödemek daha iyidir.” Sefiller’de Jean Valjean’a şunu söyletiyordu: “Birşeylerin hoşumuza gitmemesi Allah’a karşı gelme sebebi olamaz!”
Hayatının son on dört yılında torunları üç yaşındaki Georges ve iki yaşındaki Jeanne’ı tek başına, derin bir şefkatle büyüttü. Bu süreçteki hislerini Büyükbaba olma sanatı isimli kitapta topladı.
1872’de, 43 yaşındaki küçük kızı Adèle’i senatoryuma kaldırdı. Bu konuda tek bir kelime etmedi. 1822’de ağabeyi, şimdi de kızı aklî dengesini yitirmişti: “Talihsiz kızım Adèle, ölülerden daha ölü.”, “İzi kalsın istemediğim duygular var. Kızcağızıma dünkü ziyaretim ne acıydı!”
Sürgün yıllarında zorluklara dayanamayan karısının gitmesi de onu çok üzmüştü. Madam Hugo, oğullarını yanına çekecekti. Şairi koca evde yalnız bırakmayı deniyordu. Aslında Madam Hugo şaire karşı bir sevgisizlik duyuyor değildi. Sadece sürgünde yalnız yaşamak istemiyordu. Hugo, “Karısı onu seviyor, fakat sürgüne duyduğu nefretten daha az.” diyecekti. Yine de Madam Hugo şairin kollarında son nefesini verecekti.
Hugo inançlıydı; fakat Kilise’yi kabul etmiyordu. 1856’da bir zarfın arkasına birkaç mısra karaladığında, “Bu, Allah’la benim aramdaki sır.” yazmıştı. Bu sır asla bilinemedi.
Küçük oğlu François-Victor öldüğünde, onun hatıralarıyla dolu Sivil Cenazeler’i yazdı. Bu başlığı, oğlunun ne haç, ne de rahip olmadan defnedilmesinden dolayı seçmişti. Daha önce büyük oğlu da böyle defnedilmişti.
Evet, benim için bir ses yükselse,
gürültüden uzak, geceyle konuşsa güzel olurdu;
bunu isterdim.
Bir de, hayatım zorluklar ve cenazelerle doluyken,
böyle bir felâketten sonra, benim için,
bir duadan daha güzel bir şey olamazdı.
Hugo, daha Temmuz 1860’da yazdığı vasiyetnâmesinde, “Defnimde hiçbir rahip bulunmayacak!” diyordu.
Katolik inançtan uzak büyüyen, vaftiz edilmeyen, iki oğlu ile iki torununu da vaftiz ettirmeyen Hugo, daha 1830’da Kilise’yi ölmekte olan bir müessese, dogmalarını da “günü geçmiş” olarak kabul ediyordu. Katolik inancı insanlık tarihinde bir kayma, bir savrulma olarak gördüğünü ve beğenmediğini yüksek sesle dile getirecekti (15 Aralık 1842, La Revue des Deux Mondes).
Henri Guillemin, Hugo’nun sık dua ettiğini, hattâ oğullarına “Benim bir duacı olduğumu bilirsiniz.” dediğini belirtir. Eşine yazdığı 4 Eylül 1845 tarihli mektubunda, “Senin için, kendim için, çocuklarımız için dua ettim… Bilirsin, ben dua dinindenim. Duanın zâyi olması imkânsızdır.” diyordu. Hugo, inancını şu şekilde ifade eder: “Biri var. Kalblerimiz O’nun elinde. Bize nazar ettiğini biliyoruz. Bizi çağıracak ve hakkımızda hüküm verecek. Ve insan, kendisini yaratan, kalbindeki o Tanrı karşısında sorumludur. Duyularımız O’nu bilmese de, kalbimiz bilir ve kalb yanılmaz.”
1872 nüfus sayımında memurun “Katolik misiniz?” sorusuna “Hayır, serbest düşünür.” cevabını veren Hugo, bir gün sonraki notunda torunlarından bahsederken, “Küçükler akşam yemeğini bizimle yediler. Onları bizzat ben yatırdım ve dualarını yaptırdım.” diyordu.
Korkunç Yıl isimli şiir kitabındaki Bana ‘ate’ diyen piskoposa başlıklı şiirde, “…Allah’ın oğlu yoktur. İsa bizim için Tanrı değildir. O insandır.” der.
Hugo, Sefiller’i 1845’te Sefaletler olarak yazmaya başlar. Büyük kısmını sürgündeyken ve Fransa’daki dostlarından gelen destekle yaşamaya çalışırken yazdığı romana zaman zaman ara verir, 1861’de Sefiller olarak son noktayı koyar.
Hugo sadece yazar, şair, ressam, siyasetçi değil, en önemlisi mücadele adamıydı. Millî Atölyelerin kapatılmasına karşı çıkanların başlattığı 22-26 Haziran 1848 hâdiselerinde Paris’teki sokak çatışmalarını bitirmek için ortaya atılmıştı. İsyancı gruptan Cahagne de Cey’in Meclis Başkanı Senard’a yazdığı mektup şöyleydi: “Saint-Louis caddesinde çatışırken, barikatlar arasında sıkışmıştık. 24 Haziran 1848 Cumartesi öğleden sonra, gri paltolu birisi açık alanda ateş altında yürüyerek aramıza geldi ve haykırdı: ‘Çocuklarım bitirin artık bu çatışmayı! Bu keskin nişancılar savaşı ölümcül işte. Tehlikenin üstüne cesaretle yürürsek daha az insan kaybederiz. Gidelim!’ Bu zât, Paris vekili Victor Hugo’ydu. Silâhsızdı. Başlarımızı koltuğunun altına alarak korumak istedi. Biz evlerde sığınak ararken o yolun ortasında tek başına durmaya devam ediyordu. Kolundan iki defa çektim: ‘Kendinizi vurduracaksınız!’ dedim. ‘Zâten bunun için buradayım.’ dedi ve tekrar seslendi: ‘Gidelim!’ O önde, biz arkada, barikatlara vardık. Ardından barikatlar kaldırıldı.”
Hugo bundan dostlarına asla söz etmedi, sadece Sefiller’de sınırlı şekilde konu etti: “Kan döken kalabalığın öfkesi, hâdiseleri yanlış yorumlayıp hayatî prensipleri çiğnemesi, hukuku hiçe sayması; bütün bunlar halk darbesi denilen şey ve kesinlikle bastırılmalı. Burada insan kendini feda ediyor, sadece bir kalabalık hatırına başka bir kalabalıkla savaşıyor. İnsan yaptıklarından kendince tatmin duysa da vicdanı teessür içinde. Görev tamamlanıyor ama, kalb sancısı her şeyi karmaşık hâle getiriyor.”
Victor Hugo, İslâmiyet’e ciddi bir alâka duymuştur. Bu, şiirlerinde açıkça görülür ve sathî değildir. Hugo sadece Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem) değil, ailesini ve ashabını da okumuş, hayatlarının tesiri altında kalmıştır.
Asırların Efsanesi isimli şiir kitabının ilk bölümünün başlığı Havva’dan İsa’ya, İkinci bölüm Roma’nın Çöküşü, Üçüncü bölüm İslâm’dır. Bu bölümde birinci kısım Yeni Hicri Yıl, ikinci kısım Muhammed, üçüncü kısım Sedir başlıklarını taşır. Burada Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) son saatlerini resmeder, Hz. Ömer’e (ra) bir şiir ithaf eder, Kur’an Sûresi başlığı altında, Zilzal Sûresi’nin mealini verir. Hugo, Hz. İsa (as) için yazdığı şiirde, çarmıha gerilmeyi reddeder.
Peygamberimiz’le (sallallahu aleyhi ve sellem) ilgili şiirde şiirin ruhuna ve Hugo’nun üslûbuna uygun olmayan iki mısra ile ilgili olarak, Ex-Ensut İşletme Enstitüsü’nden (Dakar, Senegal) İbrahim Hane bunların sonradan kasıtlı olarak eklendiğini, Hugo’nun hayatını yeniden yazmak gerektiğini belirtmektedir.
Hugo’nun, Şeytan’ın Sonu, Dinler ve Din başlıklı şiir kitaplarının yanı sıra, ölümünden sonra yayınlanan üç bin mısralık kitabı Tanrı da dikkat çekicidir. Uçurumun Kenarı, Derin Okyanus, Kırıntılar başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Allah’ı arayan isimsiz bir seyyah-mütefekkirin metafizik sancılarını anlatır. Bilhassa Derin Okyanus’ta insanın küçüklüğü vurgulanır, Allah’ı (celle celâluhu), yarattığı âlemden yola çıkarak tanıyabileceğimiz işlenir. Derin Okyanus’un yedinci şiirinde Hugo insanı “izafînin devi, mutlakın cücesi” olarak tarif eder. Hayatı boyunca dikkatini sürekli canlı tuttuğu en temel unsur olarak metafizik, Hugo’nun hakikat algısının merkezindedir.
Hugo çağından ve coğrafyasından dolayı hakikat ile arasında engel teşkil edebilecek birçok perdeyi aşmasını bilmiş, İslâm’ın ve Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kokusunu hissetmiştir. Zilzal Sûresi’ni kitabına koyması, ölüm, ölüm sonrası, kıyamet, bâs ve hesap endişeleriyle dolu metafizik ürpertilerin onun hayatında merkezî yer tuttuğunu gösterir.
15 Ocak 1858’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için yazdığı Yeni Hicrî Yıl şiirinden bir kesit:
…..
Ağzı her zaman duadaydı,
Az yerdi, karnına taş bağlardı.
Koyunlarını bizzat kendi sağar,
Yere oturur, elbisesini onarırdı.
Diğerlerinden daha çok oruç tutardı,
Ne ki kuvveti azaldı, artık genç değildi,
….
Altmış üç yaşında, bir ateş O’nu yakaladı.
Kur’ân’ı bir daha eline aldı, okudu,
Sonra Zeyd’in oğluna açıkladı,
“Son şafağım artık bu benim,
Allah’tan başka ilâh yoktur, savaş O’nun için.
Mûtat saatinde mescide geldi,
Ali’ye yaslanmıştı, herkes onu izledi,
….
Ertesi sabah şafakta,
“Ebubekir” dedi, “kalkamıyorum”
“Kitab’ı sen alacak, namazı sen kıldıracaksın!”
Hanımı Ayşe arkasındaydı.
Ebubekir okurken dinliyor,
Sûreyi alçak sesle tamamlıyor,
O dua ederken herkes ağlıyordu.
Ölüm meleği akşama doğru kapıdaydı,
Girmek için izin istedi,
“Girsin!” Bakışı aydınlandı,
Doğduğu günkü kadar açık.
Ve melek O’na dedi: “Allah Sen’i huzura istiyor”
“Peki!” dedi, şakaklarında bir heyecan dolaştı,
Bir nefesle açıldı dudakları ve Muhammed ulaştı.
Bitirirken şunu da söylemeliyiz: Hakikate açık, bir ömür boyu arayış içinde olmuş, sürekli kendisini ve dünyayı sorgulamış böylesine çok yönlü bir karakter insanı Victor Hugo, Türkçe okuyan-yazan dünyaya yeterince tanıtılmamış. İsmi daha ziyade, Sefiller romanıyla sınırlı kalmış. Belki sadece Hugo değil, benzer birçok Batılı, Doğulu hakikat âşığı görmezden gelinmiş, bu konuda ideolojik ve seçici davranılmış. Tarihte ve günümüzde bütün insanlığın tanıması ve istifade etmesi gereken şahsiyetlerin daha derinlemesine araştırılması, Hugo misâlinde olduğu gibi, bilhassa bugün daha açık bir ihtiyaç olarak kendini hissettiriyor. Ümidimiz ve temennimiz, bundan sonra bu yönde ciddi gayret gösterilmesidir.